Kan Grupları ve Gerçekler!
Kan grubu nedir; niye var? Damarımızda akan kan hakkında halen bilmediğiniz o kadar çok şey var ki!
04.02.2015 02:23 | Son Güncelleme: 04.02.2015 02:23
İlk keşfedilmelerinin üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, bizim gibi konuyla direkt ilgili olmayanlar için olanca gizemini koruyan bir konu: Kan grupları neden var ve bu gerçekten üzerinde durmamız gereken bir şey mi?
Daha çocuk yaştayken veya örneğin ehliyet sınavı sırasında kan grubunuzu öğrendiyseniz ve mesela size A Pozitif olduğu söylendiğinde, "biliyor olma" hissi dışında gerçekten ne düşünmüştünüz? Üniversitedeki notlarla bir doğru orantı kurdunuz mu siz de? A Pozitif olması sizde "benim kan grubum bayağı esaslıymış" hissi mi uyandırdı? Hiç sanmıyoruz...
Bir süre sonra bu merak elbette sona erdi ve (verdiğimiz örnekten gidersek) muhtemelen A+ kan grubuna sahip olmanın ne ifade ettiği konusunda da başka bir şey araştırmadınız. Tüm bildiğimiz bir gün kan gereksinimi ile hastaneye kaldırılmamız durumunda bize uygun kan gruplarından birisine ihtiyacımız olacağı oldu.
Geriye kalan, üzerine pek düşünmediğimiz onlarca soru var elbette. Neden "beyaz ırk" tabir edilen insanların yüzde 40'ı A tipi kan grubuna sahipken Asyalılar'da bu oran yüzde 25 seviyesinde? Kan grupları nereden geliyor ve nereye doğru evriliyorlar? Bu soruların cevaplarına ulaşmak için hematologlara, genetik uzmanlarına, evrim biyologlarına, virologlara ve beslenme uzmanlarına kulak vermek gerekiyor.
Felaketle sonuçlanan ilk denemeler
Geçen yüzyılın başında Avusturyalı fizikçi Karl Landsteiner tarafından keşfedilen kan grupları, bilim adamına 1930 yılında Fizyoloji ve Sağlık dalında Nobel ödülü getirdi. O günden beri de kimyagerler tarafından kan gruplarının çok daha yakından incelenebilmesini sağlayan pek çok bilimsel araç geliştirildi ve onlar hakkında pek çok ilgi çekici ipuçlarına ulaştılar; tıpkı kan gruplarının soy ağacını incelemek ve onların sağlığımız üzerindeki tesirleri gibi... Buna rağmen neden var oldukları konusunda halen dişe dokunur bir fikre sahip değiliz.
Kendi kan grubumuzu bilmemiz tıbbın bu güne kadarki keşifleri arasında en fazla şükretmemiz gerekenlerden biri. Bu sayede doktorlar hangi kan tipine ihtiyacımız olacağından haberdar olabiliyorlar ve söylemeye gerek yok, bu hayat kurtarıcı olabiliyor. Özellikle de tarihte çağlar boyunca bir insandan diğerine kan aktarımı dediğimiz şeyin kocaman bir hayal olduğu düşünüldüğünde...
Aslında Rönesans doktorları hastaların damarlarına kan enjekte etmenin nasıl sonuçları olabileceğini düşündüler, hatta bazıları bunun delilik de dahil olmak üzere her türlü hastalığın çözümü olabileceğine inandı. Sonunda 1600'lü yıllarda bazı doktorlar bunu denedi ve maalesef bu tahmin edebileceğiniz üzere felaket sonuçlara yol açtı. Bir fransız doktorun "deli" olduğu söylenen bir hastaya enjekte ettiği dana kanı, hastanın hemen ardından aşırı terlemesine, kusmasına ve tıpkı bir yanık lastik renginde idrar üretmesine yol açtı. Yapılan ikinci bir transfüzyonun ardından da hasta kaybedildi.
Buna benzer felaketler kan naklinin neredeyse 150 sene boyunca kötü bir üne sahip olmasına yol açtı. Hatta 1800'lü yıllarda bile çok az sayıda doktor ve bilim adamı buna cesaret edebiliyordu. Bunlardan birisi olan İngiliz fizikçi James Blundell, tıpkı çağının diğer fizikçileri gibi pek çok kadın hastasının doğum sırasında aşırı kan kaybından hayatını kaybetmesini izlemek zorunda kaldı, sonunda günün birinde bunu böyle kabul edemeyeceğine, kader diyerek bir kenara geçip izleyemeyeceğine karar verdi. "Bu kadının kan nakli ile muhtemelen kurtulacağını, bunun çok mümkün olduğunu düşünmeden edemiyorum" yazmıştı daha sonra notlarında.
Blundell bunun ardından daha önceki felaketlerin de kan nakli uygulanırken yapılan temel bir hatadan kaynaklandığına ikna olmuştu: Kendi deyimiyle "canavarın kanı"na. Buna göre türler arasında (insan-hayvan) kan nakli yapılmamalıydı. Çünkü her bir varlığın kan tipi birbirinden çok farklı olabilirdi.
Kan nakli yapılacaksa bu sadece insanlar arasında olmalıydı, fakat bu daha önce hiç denenmemiş bir şeydi. Bunun üzerine Blundell, kanallar, tüpler ve şırıngalardan oluşan, kan verici ile hasta arasındaki kan değişimini yapabilecek bir sistem tasarladı. Henüz köpekler üzerinde test yapıyordu ki kendisini kan kaybından ölmekte olan bir hastanın yatağının baş ucunda düşünürken buldu. "Sadece kan nakli bile tek başına hastanın hayatını kurtarabilir" diyerek donörlerin bağışladığı 400 gram kanı hastanın koluna enjekte etmeye başladı. İşlemin tamamlanmasından kısa bir süre sonra hasta "kendisini daha az halsiz hissettiğini" söylemesine rağmen, iki gün sonra hayatını kaybetti.
Blundell bu tatsız tecrübeye rağmen kan naklinin yeri geldiğinde insan hayatını kurtarabilecek çok önemli bir kazanç olabileceği fikrinden vazgeçmedi ve bağışçılardan elde ettiği kanı, hayatta kalabilme umudu olmayan hastalara enjekte etmeyi sürdürdü. Bu şekilde yaptığı 10 kan naklinin ardından sadece 4 hasta hayatta kaldı.
Kendisi dışında başka doktorlar da kan nakli üzerinde çalışmalar yaptılar ve sonuçlar yine can sıkıcıydı. Farklı yöntemler deneyenler de oldu; tıpkı 1870'lerde kan naklinin süt ile beraber yapılması gibi, ki bu da sonuçsuz ve tehlikeli bir çaba olmaktan öteye gidemedi.
Blundell, bir insana kan naklinin sadece başka bir insandan yapılabileceği konusunda haklıydı. Bilmediği şey ise hastaya sadece bir kısım insandan kan nakli yapılabileceğiydi. Blundell'in farklında olmadığı bu basit gerçek muhtemelen hastalarından bazılarının ölümüne sebep olmuştu da üstelik. Durumu daha da acı verici kılan şey ise, sadece bir asırdan kısa bir süre sonra kan gruplarının birbirinden ayrılabilmesinin ne kadar da basit bir işlem olduğunun anlaşılması oldu.
19.yüzyılda yapılan kan nakillerinin neden başarısız olduğu ile alakalı olarak elde edilen ilk ipuçlarından biri başarısız olmuş deneyimlerin ardından kanda görülen yığınlar, pıhtılar oldu. Birbirinden farklı insanlardan alınan kanlar bazen bir tüpte karıştıkları zaman kırmızı kan hücrelerinin birbirine yapıştığı görülüyordu, ancak bu kan örnekleri genellikle hasta insanlardan alındığından bilim adamları çoğunlukla bunu üzerinde durulması gereken bir şey olarak görmediler.
Karl Landsteiner de kan araştırmaları yapan önemli bilim adamlarından biriydi ve o neler olup bittiğinin farkına varana dek, hiç kimse sağlıklı insanlardan alınan örneklerde de aynı durumun yaşanmasını önemsemedi veya bundan rahatsız olmadı.
Landsteiner bu pıhtı üzerinde bazı çalışmalara girişti, kendisi de dahil olmak üzere çalıştığı laboratuvardaki pek çok kişiden kan örneği aldı ve bunların kırmızı kan hücreleri ve plasmasını tek tek ayırdı. Hemen ardından da bir kişiden aldığı kırmızı kan hücrelerini, diğer kişiden aldığı plazma ile birleştirmeye başladı. Kısa süre içinde kan hücrelerinin yığınlaşmasının sadece belli kişilerden alınan örneklerin birleştirilmesinden sonra oluştuğunu farketti. Tüm kombinasyonları denedi ve kan gruplarını A, B ve C olarak üçe ayırdı. C grubu daha sonraları 0 olarak adlandırıldı, peşinden de AB grubu kanın başka bilim insanları tarafından tanımlanması geldi. 20.yüzyılın ortalarında ise Amerikan araştırmacı Philip Levine bizim Rh faktörü dediğimiz bir diğer sınıflandırmayı keşfetti, basitçe kan grubunun bu faktöre sahip olup olmadığına göre verilen + ve - takıları, Landsteiner'in sınıflandırmasının peşi sıra kullanılmaya başlandı.
Biz yine Landsteiner'in araştırmasına dönelim... Bilim adamı ilk gruplandırmayı yaptıktan sonra halen geçerli olacak bazı kuralları da farketti. Basitçe A grubu bir insandan alınan kırmızı kan hücreleri, yine A grubu bir insandan alınan plazma ile birleştiğinde akıcı olmaya devam ediyordu, aynı kural B grubunda da geçerliydi. Fakat Landsteiner A grubu bir insandan alınan plazmayı B grubundan alınma kırmızı kan hücrelerini eklediğinde kan pıhtılaşmaktaydı (veya tam tersi).
0 grubu (başlangıçtaki C grubu) ise bambaşka bir hikayeydi. Landsteiner A veya B grubundan alınma kırmızı kan hücrelerini 0 grubu plasma ile bir araya getirdiğinde kan akışkanlığını kaybetmiyordu. Ancak A veya B grubu plazmayı 0 grubu kırmızı kan hücrelerine her eklediğinde kanın pıhtılaştığını farketti.
Kan naklini geçmişte bu kadar tehlikeli hale getiren şey tam olarak buydu. Eğer A grubuysanız ve birisi kolunuza yanlışlıkla B grubu kan enjekte ediyorsa damarlarınızda onlarca pıhtı oluşuyor, bunlar dolaşımı engelleyerek iç kanamaya ve nefes alma güçlüğüne sebep olup ölüme yol açıyorlardı. A grubu veya 0 grubu kan enjekte edildiğinde ise her şey yolunda gidiyordu.
Landsteiner buna neyin sebep olduğu konusunda net bir fikir edinememişti. Sonraki nesillere ait kimyagerler yaptıkları çalışmalarda bazı yeni keşiflerle karşılaştılar. Öncelikle her bir kan grubunu oluşturan kırmızı kan hücreleri, kendilerini çevreleyen birbirinden farklı moleküler yapılara sahipti, örneğin A grubu kan hücrelerinde bu moleküller iki aşamada oluşturmaktaydı, tıpkı iki katlı bir apartman gibi. İlk kata H antijeni adı verilirken onun üzerindeki ikinci kata ise A antijeni adı verildi.
B grubuna mensup insanlarda bu ikinci kat farklı bir şekilde inşa edilirken, sadece H antijeninin oluşturduğu tek bir kata sahip 0 grubunda işler bir kez daha farklı yürümekteydi.
Her insanın bağışıklık sistemi kendi kan grubunu tanımakta ve algı sinyallerini buna göre işletmekteydi. Buna göre vücuda yanlış tipte bir kan enjekte edildiğinde bağışıklık sistemi bunu işgalci olarak algılıyor ve amansız bir saldırı başlatıyordu. Bunun istisnası ise sadece H antijenine sahip olduğundan hem A, hem de B grubu insanların bağışıklık sistemleri tarafından "dost" olarak algılanan 0 grubuydu. 0 grubu kan sahipleri bu sebepten "genel bağışçı" olarak adlandırabileceğimiz bir grup.
Landsteiner'ın bu büyük keşfi 1900 yılında küçük, kısa bir makale olarak yayınlandı ve kendisinden sonraki daha ciddi araştırmaların öncülüğünü yaparak kan naklinin/ transfüzyonunun basit, güvenli bir hale gelmesini sağladı. Bugün bile büyük kan bankaları kan tiplerini birbirinden ayırmak için halen onun bulduğu metodu kullanmaya devam ediyor.
-*-*-*
Landsteiner'ın 1900 yılında kan grubu tiplerini keşfetmesinden sonra diğer araştırmacılar hayvanların taşıdıkları kanın da kendi içlerinde gruplara ayrılıp ayrılmadığını sorguladılar. Bu aşamada bazı maymun türlerinin kanları ile insan kanı başarılı bir şekilde bir araya getirilebilmiş olsa da uzun vadede bunun nasıl sonuçlara yol açacağı halen muallakta olan bir konu. ya da diğer bir açıdan bir insanın A grubu kanının enjekte edildiği bir maymunun kanında pıhtılaşma görülmemesi aynı gen havuzundan geldiklerinin kesin sonucuna ulaştırmıyor bizleri. A grubu kan geçen zaman içinde birden fazla kez evrim geçirmiş olabilir.
Bununla birlikte kan grupları konusundaki belirsizlikler de zaman içinde ortaya çıkmaya başladı. ABO adı verilen bir gen, kan gruplarının moleküler yapılarındaki ikinci katı çıkmaktan sorumluydu ve bu gen A ve B grubu kan grupları arasında sadece ufak farklarla ayrılmaktaydı.
0 grubu kanın yapısı ise ABO genini mutasyona uğratmakta ve A ya da H antijenini oluşturan enzimi üretmesini engelleyerek bu ikinci katı çıkmasını imkansız hale getirmekteydi.
0 grubu kanın yapısı ise ABO genini mutasyona uğratmakta ve A ya da H antijenini oluşturan enzimi üretmesini engelleyerek bu ikinci katı çıkmasını imkansız hale getirmekteydi.
Araştırmacılar bunun ardından insanda bulunan ABO genini diğer türler ile kıyaslamaya başladılar. Sonuçlar gösterdi ki kan gruplarımız oldukça eskiydi ve insanlar ve primatların A ve B kan gruplarının kendi içlerinde ayrımları olsa da her ikisi de büyük bir ihtimalle 20 milyon yıl önce yaşamış ortak bir atadan gelmekteydi. Aslında kan gruplarımızın bundan bile daha yaşlı olma ihtimali var, ama bu yaş konusunda kesin bir tahminde bulunmak pek mümkün değil.
Yine benzeri araştırmalar gösterdi ki tarih boyunca kendi içinde bazı kan grupları bazı etkenler ile türlerden bağımsız olarak kendilerini devre dışı bırakmışlardı. Örnek vermek gerekirse şempanzeler sadece A ve 0 grubu kana sahipken, büyük akrabaları goriller sadece B tipi kan taşıyorlar.
İnsanlarda dahi devam eden mutasyonlar ABO genini kan hücrelerinde ikinci katı çıkmaktan men edebiliyor ve bir bilim insanının söylediği gibi "0 grubu kan sahibi olmanın halen yüzlerce yolu var"
İnsanlarda dahi devam eden mutasyonlar ABO genini kan hücrelerinde ikinci katı çıkmaktan men edebiliyor ve bir bilim insanının söylediği gibi "0 grubu kan sahibi olmanın halen yüzlerce yolu var"
Kan grupları hakkındaki yetersizliğimizi gösteren konferansların en önemlilerinden birisi 1952 yılında Bombay'de yapıldı. Doktorların bazı hastalar üzerinde yaptıkları araştırmada bu kişilerin ne A, ne B, ne 0 ne de AB serisi kan grubu taşıdıkları belirlendi. Eğer A ve B iki katlı yazlık ve 0 grubu da tek katlı çiftlik evi demek ise, bu kişilerin kan grubunun temsil ettiği şey boş bir araziden ibaretti.
Bombay fenotipi olarak adlandırılan bu keşif dikkatleri çekmiş olsa da halen oldukça nadir görülen bir durumu işaret etmekte ve aslında bu durumun varlığı da bunun kötülüğüne işaret etmiyor. Tek bilinen sağlık riski kan nakli sırasında ortaya çıkıyor ve bu kişiler aynı kondisyondaki bir kan hücresine ihtiyaç duyuyor. Genel bağışlayıcı 0 grubu insanlardan alınan bir kan bile şartlar uygun olmadığında bu insanların ölümüne neden olabiliyor.
Bombay fenotipi ABO genine sahip olmanın bir ölüm-kalım meselesi olmadığını açığa çıkardı.
Bazı araştırmacılar yanıtın her bir kan tipinin kendi türlerinde gizli olduğunu düşünmekte çünkü farklı kan tipleri bizleri farklı hastalıklardan koruyor.
Bazı araştırmacılar yanıtın her bir kan tipinin kendi türlerinde gizli olduğunu düşünmekte çünkü farklı kan tipleri bizleri farklı hastalıklardan koruyor.
Şimdiye kadarki araştırmaların ortaya çıkardığı kadarıyla A grubu kan sahipleri lösemi ve pankreas kanseri gibi bazı kanser türlerine karşı daha büyük risk altında, keza çiçek hastalığı, kalp hastalıkları ve sıtmaya karşı da... Bununla birlikte diğer kan gruplarının da farklı hastalıklara karşı riskleri mevcut, 0 grubu kana sahip insanların ülser ve aşil tendonu sakatlıklarına daha yatkın olması güzel bir örnek...
Kan grupları ve hastalıklar hakkındaki bu bulgular onların arasındaki gizemli bir keyfilik durumuna işaret etmekte ve araştırmacılar bunların arkasındaki nedenleri keşfetmeye yeni yeni başladılar. Bunlardan biri de Toronto Üniversitesi bilim insanlarından Kevin Kain ve arkadaşlarıyla beraber örneğin neden 0 grubu kan hücrelerinin sıtmaya karşı diğerlerinden daha güvende olduğu gibi sonuçların peşinde. Araştırmaları 0 grubu bağışık kan hücrelerinin enfekte olmuş kan hücrelerini diğer kan gruplarından daha kolay ayırt edebildiğini gösteriyor.
Daha da kafa karıştırıcı olan ise kan tipleri ve hastalıklar arasındaki ilişkinin kan ile direkt bir bağlantısının olmaması. Örneğin nörovirüsleri ele alırsak, bu can sıkıcı patojen özellikle transatlantiklerde binlerce yolcu arasında hızla yayılarak kusma ve ishale yol açmakta. Bunu da kan hücrelerine hiç nüfuz etmeden, direkt olarak bağırsakların duvarlarına yerleşerek yapıyor, ancak nörovirüsler söz konusu olduğunda herhangi bir kan türü için eşit oranda risk söz konusu değil. Neden mi?
Bu sorunun çözümü ise şurada yatmakta; kan grubu antijenlerini üreten tek hücreler kan grubu hücreleri değiller, onlar aynı zamanda kan damarlarının duvarları, nefes yolu, deri ve saçtaki hücreler tarafından da üretiliyorlar. Hatta çoğu insan kan grubu antijenlerini tükürüklerinde salgılamakta. İşte bu yüzden nörovirüsler bizi bağırsaklarımızda salgılanan antijenleri ele geçirerek hasta etmekte.
Tabii ki bir nörovirüs ancak kendi içerdiği protein rahatça yerleşebiliyorsa antijene kalıcı olarak tutunabiliyor. Bu yüzden protein içeren her nörovirüs belli kan grubu antijenlerine tutunabilmek için kendisini adapte edebiliyor, ama hepsine birden değil. Bu yüzden kan hücrelerine yerleşmemelerine rağmen halen kan grubumuz nörovirüslerin bizi ne kadar hasta edebileceği konusunda önemli bir etken.
Bu ayrıca neden farklı kan gruplarının milyonlarca yıl dayanabildiği konusunda da bizlere ipucu veriyor. Atalarımız binlerce farklı patojen, bakteri, virüs ve diğer düşmanla dolu bir ortamda yaşadılar ve bu patojenlerin bazıları farklı tipteki kan gruplarına ait antijenleri sömürebilmek için kendilerini adapte etmiş olabilir. Bu patojenler için en iyi yol en fazla bulunan kan tipine uyum sağlamaları idi, çünkü bu şekilde bulaşabilecekleri maksimum taşıyıcıya da ulaşmış olacaklardı ancak taşıyıcılarını zayıf düşürerek veya öldürerek kendi kazandıkları bu avantajı da yok etmiş oldular. Bu arada daha nadir kan grubuna sahip primatlardan bazıları da bazı düşmanlarına karşı olan bağışıklıkları sayesinde gelişme fırsatı bulmuş olabilir.
Oldukça etraflıca incelemiş olsak da, konuyu ne kadar konuşursak konuşalım, ne kadar derine inersek inelim, kan grupları halen çocukluğumuzda olduğu kadar büyük bir gizem olarak kalmaya devam ediyor bizler için. Bakalım damarlarımızda akan kanın şifrelerini ne zaman tam olarak çözeceğiz...
Kaynak: Chip.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder